Ana içeriğe atla

The Master (2012)

Bugüne kadar oturup ciddi bir şekilde düşünmemiş olsam da en sevdiğim yönetmeni sorsalar biraz bekledikten sonra vereceğim yanıt Paul Thomas Anderson olurdu sanırım -en azından sıralayacağım birkaç isimden biri olacağına şüphem yok. Kendisiyle olan tanışıklığım bundan uzun seneler önce Boogie Nights ile olmuştu ve ergenliği keşfetmekle meşgul olduğum vakitlerde sinemanın bir başka yüzünü göstermişti bana. Magnolia, Punch-Drunk Love derken birkaç sene önce There Will Be Blood ile artık üstatlığı sorgulanamaz hale gelen Anderson, son filmi The Master'da da Blood'da yaptığı gibi toplumların da üstünde var olan olguların eleştirisini yapmaya devam ediyor. Bu sefer kapitalizm felsefesinden ayrılıp inanç olgusuna bakış atıyor fakat kendisinin de söylediği gibi bunu oldukça üstü kapalı, seyircinin algısına bırakılmış ve kabul edilebilir derecede sembolik ve imgesel metotları kullanarak yapıyor.

Her ne kadar hakkında pek fazla bilgim olmasa da (Tom Cruise da olmasa ne yapardı bu insanlık!) Scientology tarikatıyla bağdaştırılan The Master, çeşitli sorunları olan, psikiyatride post travmatik stres bozukluğu dediğimiz bir rahatsızlıktan mustarip alkolik eski asker Freddie Quell'in (Joaquin Phoenix) bu dünyada ne yapacağını bilmediği bir zamanda The Cause isimli bir grubun karizmatik lideri Lancaster Todd (Philip Seymour Hoffman) ile tanışması üzerine gelişen olayları anlatıyor. Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinin sonu ve üçüncü çeyreğinin başına gittiğimiz öyküde Todd, kendini hekim, fizyolog, terapist, bilim adamı ve daha pek çok unvana yetkin biri gibi görüyor. İnanç gücüyle rahatsızlıkların ve bozuklukların düzelebileceğine inanıyor. Üstelik bu konuda yalnız da değil. Başta karısı Peggy (Amy Adams) olmak üzere çevresinde (o zamana göre) hatırı sayılır bir mürit topluluğu var. Kendi ideolojisini daha geniş kitlelere yaymak adına bir kitap da yazmakta olan ve Efendi diye anılan Todd, nevrotik Freddie ile tanıştığında onunla arasında özel bir bağ kuruyor. Bu bağ aslında pek çok açıdan incelenebilecek, cinsellikten tutun Anderson'ın kabul etmediği baba ve oğul ilişkisine, sahip-köleden tutun tanrı ve elçisi ilişkisine kadar geniş bir yelpazede seyircinin önüne sunuluyor. Pak olarak anlatılan ise Todd'un fikirlerini ve inandığı şeyi kanıtlamak adına Freddie'yi kullanmasından başka bir şey değil. Karısı Peggy ise Todd'un üstünde fark edilebilir derecede bir hakimiyet kurmuş. Lakin filmde bu durum o kadar ince anlatılmamış. Yönetmen (aynı zamanda senarist) Anderson'ın aslında önemli olduğuna inandığı ve bunu Todd'un kitabını yazarken durmaksızın konuşmasıyla anlattığı bu kadın karakteri niçin erkek karakterlerin arasında kaybolmaya mahkum bıraktığı ve geri plana ittiği ise cevaplanamayan bir soru. Gerçi filmin cevaplanamayan tek sorusu keşke bu olsa! Freddie'nin tarikatın içine bu kadar girdikten sonra bir motosikletle bir anda kaçmış olması ve gördüğü rüyada Todd'un onu niçin çağırdığı; daha doğrusu niye böyle bir rüya gördüğünü şahsen ben anlamadım. Yönetmen bunu yıllar sonra ikilinin yeniden bir araya gelmesi için yalnızca bir bahane olması sebebiyle mi senaryoya dahil ettiği benim için muamma. Freddie'nin seneler sonra Todd'un yanına döndüğü zaman umutsuz bir vaka olarak görülmesi ise The Cause'un bir nevi çöküşüne yapılmış bir gönderme gibi geldi bana. Eh, sonuç olarak Todd'un Freddie'yi bu kadar istemesinin altında yatan en büyük nedenin bir bitirme tezi niteliği taşımasını düşünmek çok da paranoyakça bir yaklaşım gibi gözükmüyor. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde Anderson'ın sözleriyle filmin anlatmak istediğinden seyircinin yakalayabildikleri tutarlılık gösteriyor diyebiliriz. Film, her ne kadar dinsel olgularla örülü bir ağ gibi dursa da asıl olan o ağın kendisi değil, örenlerin olduğu mesajını veriyor.

Bu sezon içinde seyrettiğimiz en muazzam iki performansı The Master'da görmek mümkün (Amour'un ikilisini de unutmuyorum elbette). Yıllar sonra sağlam bir yapımla ekranlardaki görevine dönen Joaquin Phoenix ile Hollywood'un sayılı gurur kaynaklarından olduğuna inandığım Philip Seymour Hoffman'ın oyuncuları üzerine pek fazla söz söylenemez. Her ne kadar bu film Phoenix'in karakterinin etrafında dönüyor gibi gözükse de oldukça sık bir biçimde Hoffman'ın canlandırdığı Lancester karakteri The Master'ı domine ediyor. Emin değilim, belki de yönetmenin istediği şey bu değildi ama karaktere hayat veren isim Philip Seymour Hoffman olunca seyircinin algıladığı şey daha azı olmamalı, olamaz. Hoffman ve Phoenix'in karşı karşıya oturduğu, filmin başlarındaki seans sahnesi ise sahalara dönüş yapan Phoenix'in uzun yıllar unutulmayacak bir oyunculuk ortaya koyduğunun en büyük kanıtı olabilir. Daha önce de belirttiğim gibi Amy Adams'ın bu iki büyük oyuncu arasında (ki Adams'ın kendisi de Hollywood menşeili sayılı sevilir oyunculardandır) çoğu zaman kaybolduğu gerçeği var. Bunun sebebini Adams'ın performansından ziyade karakterin filme yediriliş biçimi ve yönetmenin üstünde durmak istediği olaylara kafasını fazla takması üzerine aradan kayboluşu olarak görüyorum.

There Will Be Blood'da da Anderson'la çalışan, geçen senenin en iyi (gerilim) filmlerinden olan We Need to Talk About Kevin'da da kulaklarımızın pasını silen Jonny Greenwood'un harikulade besteleriyle ilerleyen film, dönemin atmosferine hakim dekorları ve sanat yönetmenliğiyle de parmak ısırttırıyor. Sonuç olarak Paul Thomas Anderson gibi bir sinema insanından The Master'dan azını beklemek hata olurdu. Filmin olumlu ya da olumsuz biçimde eleştirilecek yanları elbette olacaktır ama seyircisini hayal kırıklığına uğratmayan bir isim var karşımızda. Bir kez daha önünde şapka çıkartmak dışında da yapabileceğimiz pek bir şey yok gibi.

Puan: 9.5/10

Yorumlar

Mehmets dedi ki…
merak ettiğim filmlerden biri ama 9.5 puan çokmuş sanki :) neyse ben izledikten sonra puanımı paylaşırım:)
Medical Jesus dedi ki…
Puanlama mevzusu bende fazla subjektiftir, abartı gelmesi normal. :) Çok sevdiğim pek çok filme bol keseden veriyorum.
Mehmets dedi ki…
subjektif gormemışsınız efenim m-mdb.blogspot.com
Medical Jesus dedi ki…
Lincoln'ı 4 görünce fazla subjektif olduğunu anladım. :)
Mehmets dedi ki…
lincoln u duyunca sinirlerim zıplıyor artık o filmden sonra o derece
Medical Jesus dedi ki…
O halde ben puanımı söylemeyeyim. :D
Mehmets dedi ki…
hocam ben bilimkurgu adamıyım bak 9 puan verdiklerime bir tanesi kötü değildir açıkcası eminim:)
Medical Jesus dedi ki…
Valla Fetih'i Lincoln'dan iyi, Cars 2'yu da onunla denk tutmuşsun. Büyük haksızlık bence. :) Bilim kurgu olsalar canıma minnet.
Mehmets dedi ki…
fetih türk filmi olarak subjektif yaklaştıgımdan ve çok kotu beklememe ragmen idare eder buldugumdan o notu vermıstım:) lincoln un hala şişirilmiş bir balon olduğunu düşünüyorum sadece ne kadar para o kadar makyaj ve sahhne dekoru ekolu vardır hollywood da oyunculuk desen daniel day lewis sadece ote yandan cars 2 için orada dediğim gibi pixara saygmdan dolayı 4 verdim. özetle lincoln içinde abraham lincolnu barındıran en iyi film olduğu için öznel bir şekilde oscarı haksız bir şekilde silip süpürecektir. amerikan lobisi sever bunu

Bu blogdaki popüler yayınlar

Deathly Hallows: Part II

Zümrüdüanka Yoldaşlığı filminden itibaren Harry Potter serisinin yönetmen koltuğuna oturan David Yates, televizyonla adını biraz olsun duyurmuş ve sonrasında Potter ile ünlenmiş bir yönetmen. Kendisinin tek başarısı Primetime Emmy Ödülleri'nde kazandığı bir adaylıktan ibaret. Ta ki Deathly Hallows: Part I'a kadar. Her zaman en iyi Harry Potter filminin Prisoner of Azkaban olduğunu düşünmüşümdür. Usta yönetmen Alfonso Cuaron'un elinden çıkan film, diğer Potter filmlerinden daha farklı bir havaya aitti. Belki de bunun sebebi Voldemort'un yokluğudur, bilinmez, ama seriyi izleyen herkes Azkaban'ın farklı bir tadı olduğundan şüphesizdir.  Azkaban ile yarışacak bir Potter filmi geleceğini hiç düşünmezken birden, hiç beklemediğim bir yönetmen olan Yates'ten, Deathly Hallows'un ilk bölümü geldi. Sanki o zamana kadar çocuk filmi olarak tasarlanan seri birden yetişkin filmi olmuştu. Kitaba en sadık film olarak Potter tarihine geçen Bölüm I, izleyenlerden de oldukça ...

Oscar Gecesi Programı

85. Akademi Ödülleri'nde kazananların açıklanacağı ödüllerin veriliş sıralaması sızdı. Spoiler olarak görenler varsa hiç bakmasın derim. Buyrunuz: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu En İyi Kısa Metraj Animasyon En İyi Animasyon En İyi Görüntü Yönetimi En İyi Görsel Efekt En İyi Kostüm Tasarımı En İyi Makyaj & Saç En İyi Kısa Metraj Film En İyi Kısa Metraj Belgesel En İyi Belgesel Yabancı Dilde En İyi Film En İyi Ses Miksajı En İyi Ses Kurgusu En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu En İyi Kurgu En İyi Yapım Tasarımı En İyi Özgün Müzik En İyi Özgün Şarkı En İyi Uyarlama Senaryo En İyi Özgün Senaryo En İyi Yönetmen En İyi Kadın Oyuncu En İyi Erkek Oyuncu En İyi Film

Rise of the Guardians (2012) Efsane Beşli

Dreamworks'ün en beğendiğim işinin (Shrek'i bir kenara koyarsak) How to Train Your Dragon olduğunu her defasında söylemişimdir. Ondan önce ya da sonra Dragon gibi bir atmosferi yakalayamayan animasyon şirketi; Kung Fu Panda, Puss in Boots ve Megamind gibi akıllara zarar işler yaptıktan sonra Rise of the Guardians ile bir kez daha hedef kitlesi olarak çocukları seçerek yanlış kararlara imza atıyor. Uyku perisi (sandman), diş perisi (tooth fairy), Noel Baba ve Paskalya Tavşanı'ndan oluşan dört kişilik bir muhafız ekibinin yüzyıllardır tüm dünyadaki çocukları korku ve kabuslara karşı korumasının ardından ortaya çıkan Karabasan (boogeyman) felaketine karşı bir araya gelmelerini, başa çıkamamaları üzerine de Jack Frost isimli bizim kültürümüzün pek de aşina olmadığı bir mit karakterinin de yardıma koşmasını izliyoruz Efsane Beşli'de (amma uzun oldu bu cümle). Aslında Dreamworks'ün iyi yaptığı bir şey var. Pixar'ın karakterlerinde göremediğimiz ve animasyon f...