Ana içeriğe atla

Lincoln (2012)

Bundan yıllar önce ABD'nin 16. başkanı Abraham Lincoln'ın hayatını beyazperdeye aktarma hayallerine bürünen Steven Spielberg, bu rol için Daniel Day-Lewis'e teklif götürdüğünde reddedilmiş fakat davasından da vazgeçmemişti. Senelerce beklemiş olsa da sonunda yaşayan en büyük oyunculardan birini ikna etmeyi başarmış ve zamanında Munich filminde de birlikte çalıştığı senarist Tony Kushner ile el ele verip Lincoln'ın ilk taslağını ortaya çıkarmış. Geçtiğimiz sene yaptığı The Adventures of Tintin ile beğeni toplayan fakat War Horse ile geri planda kalan yönetmen, bana göre her iki filmiyle de iyi birer iş çıkarmıştı. Fakat asıl bombasını sakladığını hepimiz biliyorduk zira kendisi gibi biz de yıllardır Lincoln'ın beyazperdeye taşınacağı anı bekliyorduk.

Sonunda olan oldu ve Spielberg, bazılarının deyimiyle, küllerinden doğdu. Amerika'da yılın en beğenilen filmlerinden biri olan Lincoln, ülkenin 16. başkanının ülkede devrim niteliği taşıyan eylemleri konu alıyor. Başkanın yaşamının son aylarını odaklanmayı tercih eden Spielberg, Birleşik Devletler'deki iç savaşı ve köleliğin kaldırılması için oylamaya sunulan meşhur on üçüncü değişikliğin öyküsünü anlatıyor. Oldukça zengin bir oyuncu kadrosuyla tam iki buçuk saat süren bu dönem filmi, baştan aşağıya kusursuzlukla donatılmış muazzam bir tarihi drama olarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırıyor.

Filmin her noktası birbirinden başarılı olsa da en iyi yanı elbette Daniel Day-Lewis'in izleyeni kendine hayran bırakan performansı. Daha önce iki kez Oscar ödülüne kavuşmuş olan ve Hollywood'un en yetenekli aktörlerinden (belki de en yeteneklisi) sayılan Day-Lewis, onca nonprotez makyajın altında hayat verdiği Lincoln ile hayatının rolüne imza atıyor. Önüne gelen tekliflere karşı seçici bakış açısıyla bilinen usta aktör, hiç şüphe yok ki üçüncü Oscar'ına doğru emin adımlarla ilerlerken bir yandan da kafalarda "acaba daha iyisini yapacak mı" sorularını bırakıyor. Politik tarih temalı film uyarlamalarından alışık olduğumuz gürleyen, genelde tek bir sekanstaki konuşmasıyla seyircilerin tüylerini diken diken ederek etkileyici olma çabalarına giren figürlerden çok daha farklı olarak oldukça soğukkanlı fakat yeri gelince de ülkedeki en önemli adam olduğunu hissettirecek derecede çarpıcı bir oyunculuk sunuyor kendisi. Senaryodaki ağır dramatizasyondan kaçınmanın getirisiyle Abraham Lincoln figürünün daha insani özelliklerine, aile ilişkilerine odaklı bir baba oluşunun resmedilişine tanıklık ediyoruz. Filmde ona eşlik eden diğer usta oyuncular Tommy Lee Jones ve Sally Field ise genel anlamda tatmin edici işler çıkarmış olsa da benim için Daniel Day-Lewis'in fazlasıyla gölgede kalmış durumdalar. Öyle ki her iki oyuncunun da adı ödüllerde çoktan geçiyor fakat bu durumun filmin genel atmosferinin etkisiyle bu konuma geldiğini düşünüyorum. Oyuncu kadrosu bir aradayken muazzam bir iş çıkarmış diyebiliriz lakin bu başarıda Day-Lewis'in payı o kadar büyük ki pastanın tümüne bakınca diğer oyuncular da bazılarının gözüne fazla şişik gelmiş olabilir.

Spielberg filmlerinde nadiren senaryonun kuvvetli olduğuna inanan biri olarak Tony Kushner'ın Lincoln ile başarılı bir işe imza attığını söyleyebilirim. Kendisinin Eric Roth ile kaleme aldığı Munich'te de gördüğümüz gibi hiçbir konuda aşırıya kaçmayan, tarihi bir dram örneğini insanların milliyetçi damarlarına basmadan tam ayarında kotaran bir senaryo örneği var önümüzde. Lincoln'ın politik yaşamı kadar aile yaşantısına da değinen Kushner, böylelikle senaryo anlamında sezonun en ağır toplarından birini elinde bulundurmuş oluyor. Dönemin başkanını politik bir figürden ziyade herhangi bir insan gibi göstermek için gayret sarf ettiği de su götürmez bir gerçek. Hatta Mary Lincoln'ın sözünden çıkmayan, çocuklarıyla çocuk olan ama baba sıfatı gereği o ciddiyeti de duruşundan esirgemeyen bir Amerika başkanı portresi çiziyor kendisi.


Filmin her anlamda kusursuza yakın olduğundan bahsetmiştim yazımın başında. Daniel Day-Lewis'in performansı ve Spielberg'in çok özlediğimiz yönetmenliğini hissettirmesi bir yana, filmde teknik ve sanatsal elementler için insanüstü bir emek harcanmış diyebilirim. John Williams'ın besteleri genelde görünenin arkasında kalsa da kulağınızı verdiğiniz zaman bestecinin her işinde hissettiğiniz şeyleri hissedeceğinizin garantisini verebilirim. Özellikle Lincoln karakteri üzerine yapılan çekimlerde kusursuz bir sinematografi örneği sergilediğine inandığım Janusz Kaminski'nin yeni bir Oscar adaylığı garanti. Spielberg'in dostlarından Michael Kahn yine montaj koltuğunda kendine yer buluyor ve film tek bir zaman çizelgesi üzerinden ilerlese dahi durgun yapısı ve uzun süresine rağmen seyirciyi sıkmayan bir kurgu oluşturuyor. Dönem filmlerinin olmazsa olmazları mekan ve yapım tasarımları, centilmenlerimize giydirilen smokinler ve first lady'nin kabarık elbiseleriyle göz dolduran kostümler; bunlar bir kenara, Lincoln karakterinin makyajının ta kendisi ise filme duyduğunuz hayranlığı tamamlayıcı görev üstleniyorlar. 

Sonuç olarak büyük beklentilerle izlemeye başladığım ve bu beklentilerimin çok üstünde bıraktığım Lincoln, bu sezonun Hollywood yapımları göz önünde bulundurulduğunda sinema anlamında ne kadar iyi bir sene geçirdiğimizin en büyük kanıtlarından biri. Spielberg'in bu çizgide gitmesini umduğum, Daniel Day-Lewis'in ise yaşayan en büyük aktörlerden olduğunu bir kez daha kanıtladığı bu film şimdiki muhafazakar ve kendilerine sempati duymakta zorlandığımız cumhuriyetçilerin vakti zamanında ne kadar özgürlükçü, eşitlikçi ve demokratik olduklarını göstererek tarihin sayfalarının çevrilirken nasıl çizgisinden kopabileceğini de göstermesi açısından önemli bir konumda bulunuyor. Karanlıktan aydınlığa çıkmanın bir öyküsü Lincoln ve bu öyküyü anlatırken tam kıvamını yakalayarak adını zihinlerimiz başta olmak üzere sinemanın çağdaş tarihine kazıma başarısını gösteriyor.

Puan: 9/10

Yorumlar

Adsız dedi ki…
Daniel day lewis in neden bu kadar az filmde oynadığını merak ettim

Bu blogdaki popüler yayınlar

Deathly Hallows: Part II

Zümrüdüanka Yoldaşlığı filminden itibaren Harry Potter serisinin yönetmen koltuğuna oturan David Yates, televizyonla adını biraz olsun duyurmuş ve sonrasında Potter ile ünlenmiş bir yönetmen. Kendisinin tek başarısı Primetime Emmy Ödülleri'nde kazandığı bir adaylıktan ibaret. Ta ki Deathly Hallows: Part I'a kadar. Her zaman en iyi Harry Potter filminin Prisoner of Azkaban olduğunu düşünmüşümdür. Usta yönetmen Alfonso Cuaron'un elinden çıkan film, diğer Potter filmlerinden daha farklı bir havaya aitti. Belki de bunun sebebi Voldemort'un yokluğudur, bilinmez, ama seriyi izleyen herkes Azkaban'ın farklı bir tadı olduğundan şüphesizdir.  Azkaban ile yarışacak bir Potter filmi geleceğini hiç düşünmezken birden, hiç beklemediğim bir yönetmen olan Yates'ten, Deathly Hallows'un ilk bölümü geldi. Sanki o zamana kadar çocuk filmi olarak tasarlanan seri birden yetişkin filmi olmuştu. Kitaba en sadık film olarak Potter tarihine geçen Bölüm I, izleyenlerden de oldukça ...

Oscar Gecesi Programı

85. Akademi Ödülleri'nde kazananların açıklanacağı ödüllerin veriliş sıralaması sızdı. Spoiler olarak görenler varsa hiç bakmasın derim. Buyrunuz: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu En İyi Kısa Metraj Animasyon En İyi Animasyon En İyi Görüntü Yönetimi En İyi Görsel Efekt En İyi Kostüm Tasarımı En İyi Makyaj & Saç En İyi Kısa Metraj Film En İyi Kısa Metraj Belgesel En İyi Belgesel Yabancı Dilde En İyi Film En İyi Ses Miksajı En İyi Ses Kurgusu En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu En İyi Kurgu En İyi Yapım Tasarımı En İyi Özgün Müzik En İyi Özgün Şarkı En İyi Uyarlama Senaryo En İyi Özgün Senaryo En İyi Yönetmen En İyi Kadın Oyuncu En İyi Erkek Oyuncu En İyi Film

Rise of the Guardians (2012) Efsane Beşli

Dreamworks'ün en beğendiğim işinin (Shrek'i bir kenara koyarsak) How to Train Your Dragon olduğunu her defasında söylemişimdir. Ondan önce ya da sonra Dragon gibi bir atmosferi yakalayamayan animasyon şirketi; Kung Fu Panda, Puss in Boots ve Megamind gibi akıllara zarar işler yaptıktan sonra Rise of the Guardians ile bir kez daha hedef kitlesi olarak çocukları seçerek yanlış kararlara imza atıyor. Uyku perisi (sandman), diş perisi (tooth fairy), Noel Baba ve Paskalya Tavşanı'ndan oluşan dört kişilik bir muhafız ekibinin yüzyıllardır tüm dünyadaki çocukları korku ve kabuslara karşı korumasının ardından ortaya çıkan Karabasan (boogeyman) felaketine karşı bir araya gelmelerini, başa çıkamamaları üzerine de Jack Frost isimli bizim kültürümüzün pek de aşina olmadığı bir mit karakterinin de yardıma koşmasını izliyoruz Efsane Beşli'de (amma uzun oldu bu cümle). Aslında Dreamworks'ün iyi yaptığı bir şey var. Pixar'ın karakterlerinde göremediğimiz ve animasyon f...