Ana içeriğe atla

Oscar'a Doğru #7: 127 Hours

2002 yılında çektiği 28 Days Later... ile tanıdığım, sonradan The Beach'in kendisine ait olduğunu öğrendiğim; gözümde pek de başarılı olmayan bir yönetmendi Danny Boyle; 2008 yılında hepimizin çok iyi bildiği Slumdog Millionaire'i yapana kadar. Sene içinde 8 Oscar da dahil olmak üzere pek çok ödül toplayan yapım, farklı senaryosu, güzel kurgusu, muhteşem ses/müzikleri ve kaliteli oyunculukları ile bir hayli dikkat çekmişti. İşte o dikkat çeken yapımın senaristi ve müziklerinin bestecisini tekrar koluna takıp, bir de yanına herkesçe sevilen James Franco'yu da alarak 127 Hours'a imza attı Boyle. 

Senenin klostrofobiyi tetikleyen filmi Buried ile pek çok kez karşılaştırılan 127 Hours, Buried'in aksine daha duygu dolu olması, izleyeni sıkmayacak şekilde kurgulanışı, müzikleri ve James Franco'nun kendisi ile bir başyapıt olma yolunda atabileceği her adımı attı. Simon Beaufoy'un kaleme aldığı öykü, Danny Boyle'un senelerdir çekmek istediği ama Aron Ralston'ı ikna edemediği 94 dakikalık gerçek bir hikaye. Her şey maceraperest Ralston'ın Utah'taki uçsuz bucaksız bir kanyonda yaptığı gezi sırasında bir kayanın azizliğine uğraması ile 127 saatlik macerası başlıyor. 

Franco'nun başarılı performansı ile başlayıp sonlanan filmde, Aron'la birlikte çektiğimiz sıkıntılara A. R. Rahman yetişiyor. Tüm dünyada hali hazırda yüz milyonlar satan bir müzisyen olan A. R. Rahman'ın yıldızı nedense Slumdog Millionaire ile parlamış, filme yaptığı işlerle 2 Oscar ödülü kazanmıştı. Danny Boyle kendisinin bu başarısını görmezden gelememiş olacak ki 127 Hours'ta işi tekrar Rahman'a emanet etmiş.

Bunların yanında film, tek bir mekanda tek bir kişiyle, üstelik o kişi hareket dahi edemezken, o kadar iyi montajlanmış ki kendinizi her an heyecan dolu ve aksiyon içinde hissediyorsunuz. (Tabii ki burada editörün yanında görüntü yönetmeninin de başarısı çok önemli, hakkını yememek lazım.)

Filmin sonunda gerçek Aron Ralston'ı görmemiz ise yönetmenin bize bir sürprizi olarak karşımıza çıkıyor. Söylenecek şey çok aslında ama kısaca şunu demekte fayda var: Danny Boyle'un senelerce ikna etmeye çalıştığı Aron Ralston iyi ki yönetmenin teklifini sonunda kabul etmiş, iyi ki James Franco dışında kimse bu rol için düşünülmemiş ve iyi ki Akademi 2 sene önce Danny Boyle'a bu gazı vermiş.

Oscar adaylıkları (6): En iyi film, en iyi uyarlama senaryo, en iyi erkek oyuncu (James Franco), en iyi kurgu, en iyi film müziği, en iyi özgün şarkı (If I Rise)

Oscar yorumları ve tahminleri: İki sene önce çekilse Slumdog Millionaire gibi 8 Oscar'la yetinmeyecek olan film, bu sene ödüller söz konusu olduğunda ne yazık ki başka filmlerin gölgesi altında kaldı. 

Uyarlama senaryo kategorisinde The Social Network'ün engel tanımaz liderliği, erkek oyuncu kategorisinde Colin Firth'ün bu senenin en kesin sonucu olması, iki sene önce hem müzik hem de şarkı Oscarları'nı kucaklayan A. R. Rahman'a bu kadar kısa sürede tekrar ödül verecek bir Akademi'nin olmaması filmin tek Oscar umudunu kurgu kategorisine bağlıyor. Inception'ın bu kategoride yarışmıyor oluşu 127 Hours'a -diğer filmlere olduğu gibi- bir umut vadetmese de kurgu-film ayrılığının pek muhtemelen olacağı bu sene, 127 Hours'ın en az diğer adaylar kadar şansı olduğunu düşünüyorum. En iyi filmi The Social Network almazsa muhtemelen kurgu ile açığı kapatmaya çalışacak olan Akademi, film ödülünü The King's Speech'e verirse kurgu ödülünü 5 adaydan herhangi birine verebilir. (James Franco'nun Firth'ten sonra en güçlü aday olduğunu da belirtmeden geçmeyelim.)

Oscar'ı alır: -
Şansı var: En iyi kurgu
Hiç şansı yok: En iyi film, en iyi uyarlama senaryo, en iyi film müziği, en iyi özgün şarkı (If I Rise), en iyi erkek oyuncu (James Franco)

Şimdiye kadar ne kazandı: 1 film, 1 yönetmen, 7 erkek oyuncu (James Franco) ödülü


2010 Kişisel Oscar Listem: #5 (9.1/10)

Yorumlar

İbrahim Mumcu dedi ki…
Filmle ilgili hiçbir görüntü görmemiş olsaydım keşke. Sağda solda adamın kolunun kopacağını görmem filmin nasıl geçeceğini az buçuk belli etti. Hal böyle olunca da her ne kadar canımın sıkıldığı bir zamanda izlesem de çok keyifli geçmedi. İlk başlarda "uu ne güzel adama bak, heyecana bak" diye merakla izlemeye başladığım film yerini "yuh ya gitti oraya sıkıştı. Heh kesin film burada geçer" diye söylenmeye başladım. Nitekim öyle de oldu.

Kurgu hususunda sana sonuna kadar katılıyorum. Arada bir uyuklayarak film boyunca biraz eskiye, biraz geleceğe gitmesini oldukça beğendim. Hatta bazen afalladığım zamanlar bile oldu. "Yuhh çıkıcak heralde bu adam" dediğim bir çok sahne vardı. Tabii burada görüntü yönetmeninin de hakkını yememek lazım. Ona büyük iş düştüğü belli.

Puanımı 8/10 olarak belirledim ben.

Bu blogdaki popüler yayınlar

Oscar Gecesi Programı

85. Akademi Ödülleri'nde kazananların açıklanacağı ödüllerin veriliş sıralaması sızdı. Spoiler olarak görenler varsa hiç bakmasın derim. Buyrunuz: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu En İyi Kısa Metraj Animasyon En İyi Animasyon En İyi Görüntü Yönetimi En İyi Görsel Efekt En İyi Kostüm Tasarımı En İyi Makyaj & Saç En İyi Kısa Metraj Film En İyi Kısa Metraj Belgesel En İyi Belgesel Yabancı Dilde En İyi Film En İyi Ses Miksajı En İyi Ses Kurgusu En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu En İyi Kurgu En İyi Yapım Tasarımı En İyi Özgün Müzik En İyi Özgün Şarkı En İyi Uyarlama Senaryo En İyi Özgün Senaryo En İyi Yönetmen En İyi Kadın Oyuncu En İyi Erkek Oyuncu En İyi Film

Rise of the Guardians (2012) Efsane Beşli

Dreamworks'ün en beğendiğim işinin (Shrek'i bir kenara koyarsak) How to Train Your Dragon olduğunu her defasında söylemişimdir. Ondan önce ya da sonra Dragon gibi bir atmosferi yakalayamayan animasyon şirketi; Kung Fu Panda, Puss in Boots ve Megamind gibi akıllara zarar işler yaptıktan sonra Rise of the Guardians ile bir kez daha hedef kitlesi olarak çocukları seçerek yanlış kararlara imza atıyor. Uyku perisi (sandman), diş perisi (tooth fairy), Noel Baba ve Paskalya Tavşanı'ndan oluşan dört kişilik bir muhafız ekibinin yüzyıllardır tüm dünyadaki çocukları korku ve kabuslara karşı korumasının ardından ortaya çıkan Karabasan (boogeyman) felaketine karşı bir araya gelmelerini, başa çıkamamaları üzerine de Jack Frost isimli bizim kültürümüzün pek de aşina olmadığı bir mit karakterinin de yardıma koşmasını izliyoruz Efsane Beşli'de (amma uzun oldu bu cümle). Aslında Dreamworks'ün iyi yaptığı bir şey var. Pixar'ın karakterlerinde göremediğimiz ve animasyon f...

Deathly Hallows: Part II

Zümrüdüanka Yoldaşlığı filminden itibaren Harry Potter serisinin yönetmen koltuğuna oturan David Yates, televizyonla adını biraz olsun duyurmuş ve sonrasında Potter ile ünlenmiş bir yönetmen. Kendisinin tek başarısı Primetime Emmy Ödülleri'nde kazandığı bir adaylıktan ibaret. Ta ki Deathly Hallows: Part I'a kadar. Her zaman en iyi Harry Potter filminin Prisoner of Azkaban olduğunu düşünmüşümdür. Usta yönetmen Alfonso Cuaron'un elinden çıkan film, diğer Potter filmlerinden daha farklı bir havaya aitti. Belki de bunun sebebi Voldemort'un yokluğudur, bilinmez, ama seriyi izleyen herkes Azkaban'ın farklı bir tadı olduğundan şüphesizdir.  Azkaban ile yarışacak bir Potter filmi geleceğini hiç düşünmezken birden, hiç beklemediğim bir yönetmen olan Yates'ten, Deathly Hallows'un ilk bölümü geldi. Sanki o zamana kadar çocuk filmi olarak tasarlanan seri birden yetişkin filmi olmuştu. Kitaba en sadık film olarak Potter tarihine geçen Bölüm I, izleyenlerden de oldukça ...